top of page

CUMHURİYET KİTAP | Doğu İstanbul'un Batısı

Yazarın fotoğrafı: gokcedemirelliburangokcedemirelliburan


Yüzyıllardır göçerlik, göçebelik nasıl hareket hâlindeyse romanlarıyla ve anlatılarıyla karşımıza çıkan yazarların pek çoğunun da hareket hâlindeki, sürekli değişip gelişen dilin sınırlarını amazonvari bir çabayla zorladığı bir gerçek, Doğu İstanbul’un Batısı’nda olduğu gibi!


Uyumsuz Bir Amazon

Göçmen, göçebelik, yabancılık, yabancı bir kültürde kendine yabancılaşma yazarın daha önceki romanlarında rastladığımız izleklerdi. Yazar, yeni çıkan Doğu İstanbul’un Batısı eserinde de aynı izleklerin peşinden gidiyor. Bu kez farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde ve yüzyıllardır değişmeyen gizli örgütlerin baskıladığı karakterlerin iç-göç arayışlarını da katarak zenginleştiriyor göç temasını… Neden vazgeçemediği gibi bir soru gelebilir akla. Lakin insan, göçler tarihinden bu yana bir türlü durulup yerleşik düzende kalamadı görece bakıldığında. Bütün zamanları geride bırakmış olsa da bugün bile göçmenlik-göçebelik bir türlü yakasını bırakmadı. Belki de yazarın vazgeçememesinin nedenlerinden biri de bu süreğenlik. Bütün bu benzer izleklere karşın, biçem ve üslup olarak ise kendini yenilediğini söylemek olası.

Roman keskin bir giriş yapıyor:

“Suç ve ceza.

Darası birbirine denk olursa adalet.

Ya olmazsa?

Kıyamet!”

Her yere uzak topraklarda yaşayan, farklı kültürlere haiz karakterleri, mitolojik kahramanlardan da dahil ederek kâh aynı potada birleştiren kâh yollarını ayrıştıran yazar, kıyameti, hayatlarında olduğu kadar çoğu zaman içsel arayışlarında yaşatıyor, özellikle de ressam Timuçin ve Lidya karakterlerine. Romanın karakterleri kadar okurun ilgisini çekecek başka bir özelliği ise dili. Arı duru bir Türkçe ile yazılmış roman, çok katmanlı olmasına, roman içinde bir roman olmasına karşın akıcı ve kolay anlaşılır bir dil yeğlendiği için okuru yormuyor. Anlatmaya kalkmadan, göstererek yapması, dilini yeniden biçimlendirmesi de yazarın karakteristik özelliklerinden. Dilin yeniden biçimlenmesi derken, bütün dillerde olduğu gibi, bir dilin zamanla değişip geliştiğini söylemenin ötesinde, dil ne kadar hareket hâlindeyse yazarların da onun sınırlarını aynı oranda zorladığı savını vurgulamak sanki amacı. Betimlemelerdeki resmetme becerisini de unutmamak gerekir.

Ana karakter, has kız Miray elbette. Tam da yaşadığımız yüzyılın kadınını örnekleyen bir karakter. Yaşadığı yanılgılardan, çektiği acılardan sonra hayatındaki her şeyi değiştirmek ister. Acı çekmenin bir başkaldırı olduğunu bilmese de tepkileri bunu doğrular niteliktedir. Değişmesi gerektiğinin de sinyalidir bu. Sancılı her değişim gibi bu da zaman zaman kesintiye uğrar. Orta Çağ’da Mısır’da kendilerini çöl manastırlarına kapatan Çöl Babalarına öykünecek kadar kendi başına kalmak istese de hayat, inadına onu olayların orta yerine götürüp bırakır. Çevresindekilerin yaşadığı mağduriyetlere duyarsız kalamaz, hiçbir şeyden kaçamaz. Liverpool’dan kalkıp Alemdağ’a, atalarının izini sürmeye gelen, anılarını arayan gencin, Girit asıllı Sümer’in, bir masalcı gibi bütün geçmişini, deneyimlerini, bilgeliklerini büyücü etkisiyle anlatan Sütanne’nin yollarının kesiştiği yerler Miray’ın da zorunlu duraklarıdır. Belki de “iç-göç” olarak nitelediği yolculukta uğraması gereken duraklardır bunlar. Arkeolog olduğu için, her birinin yaşamına arkeolojik bir kalıntıyı çözümler gibi bakar. Her bakma edimi bir anlam beklentisiyle yüklüdür elbette. Anlam beklentisi, bir açıklama yapmasından ayrı tutulmalıdır fakat olaylar öylesine baş döndürücü bir hızla gelişir ki nefes nefese de olsa açıklama yapmak zorundadır. Tam da burada sormaktan çekinmez:

“Hayatın hızı düşünce akışınızdan daha hızlıysa ne yapardınız?”

Yanıtı elbette okura bırakmalıyız.

 

Orman Bilmez Yalanı da Kötülüğü de

İnsan Yarattı İkisini de!

Roman, tarihler boyu ev sahipliği yaptığı uygarlıkların izlerini taşıyan, kültür ve sanat merkezi Madrid’de başlayıp kısa bir süreliğine Assos’ta konaklasa da çoğunlukla İstanbul’da, Anadolu Yakası’nda geçmektedir. Taşdelen Ormanları onun değişiminin ana hatlarından biridir. Roman içindeki romanda Marksist, militan, anarşist bir gencin Fransa’ya kaçışını, oradaki misyonerliğini anlatıyorken kendisi Doğu gizemciliğinin çekimine kapılır farkında bile olamadan. Kelt hikâyeleriyle birlikte ağaca ve ormana bakışı değişir.

Roman sayfalarında gözden kaçırılmayacak bir sayfa:

“… Oldum olası insanı, dahası kendimi bir ağaca benzetirim. Özdeşleşirim. Ağaç, ormanın bir ferdi ve orada yalan yok, kötülük yok. Doğa bilmez yalanı da kötülüğü de. İnsan yarattı ikisini de…”

Ayrılamaz. Ormanın büyüsünden efsunlanır. “Değerdi,” der hep. “Değerdi.” Çünkü yeryüzü/gökyüzü ruhlarının insanlarla konuştuğu, oyunlar oynadığı yerlerden biridir ormanlar… Bir iki gün önceki yürüyüşünü, o anlarda yaşadıklarını, hissettiklerini anlatmak, bütün sözcükleri saklandıkları yerlerden çıkarmak için vinç gücüyle çabalar ama başaramaz! Tanımlayamaz. Bir güç buna izin vermez. Belki de gizemin kendisi, gizemini korumak için direnir, bunu algılayamaz! Dokunduğu ağaç bir anda, hızlıca, bir metrelik mesafeye gidip gelir, yer değiştirir, kendisini kavrayan ele en unutulmaz mesajını verir. Önce korkar, irkilir. Yaşayanların dünyasından çıkıp görünmeyen ama hissedilen canlıların dünyasına gidip gelir. Peri mi, ağacın ruhu mu, orman perisi mi, bilemez. Gözleri dolar. Uzaklaşamaz yine de...”

           

Değişim Her Zaman Mümkündür!

Miray, peşine düşen gizli örgütlerin; Opus Dei, B’nai Bright, Gül Haç Kardeşliği gibi yapıların takibinden kaçamaz ve sonunda aracı kişiler tarafından kaçırılır. Oysa bu karanlık adamlar Miray’ın değil, onda olduğu zannedilen bir tablonun peşindedir. O tabloda, aslı Vatikan’da olan bir belgenin şifreleri gizlidir! Bütün bu kovalamacayı sonlandıran kişi de yayın yönetmeni Oğuz Ayder olur. Paris’e giden militan gençle bu yayın yönetmeni aynı kişidir ve Miray bunu çok geç öğrenir. Hiç beklemediği bir anda, aşkın içinde buluverir kendini ama aşka teslim olmaz. Çünkü arayışı aşk değildir. Yaşadığı yüzyılın ilk çeyreğinde bütün dünyayı esir alan felaketler, afetler, kazalar ve belalar toplumu esir alan korkular ve üstesinden gelebilme çabası önceliğidir çünkü. “Korkunun esiri olmayın. Sancılı, isyankâr, umut dolu arayışın hüküm sürdüğü yılları anımsayın. O devrimci ruhu yaratmak ve yaşatmak insanın elindedir, unutmayın!” diye haykırır satır aralarından.

Doğu İstanbul’un Batısı; fikrî alt tema olarak “yaşanan koşullar ne denli zor olursa olsun, eğer insan isterse değişim her zaman mümkündür,” düsturunu savunan bir roman. Tam da günümüz insanının yaşadığı umut/umutsuzluk çelişkisine parmak basarak “insan var olduğu sürece umudu yeşertecek, eyleme dönüştürecek potansiyele sahiptir,” der özet olarak.

2 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page