Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabríel Garcia Marquez’in, gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı romanı Kırmızı Pazartesi, seçimlerimizin hatta seçme eyleminin kendisinin bile bize ait olmadığını savunan “fatalizm”i, yani kaderciliği işliyor. Eserde yer alan “Namus aşktır” ve “Aşk da öğrenilir, kızım!” sözleriyle de Virginia Woolf’a âdeta selam gönderiyor.
Sizi bilmem ama okuduğum kitaplardaki bazı kelimelerin anısı var bende. Hatta bazıları eserle öyle bütünleşmiş oluyor ki anılar sözlüğüme bazen birkaç bazen de sayfalar dolusu kelime ekleniyor. Mart ayının ortalarına geldiğimiz bugünlerde yağmura hasret kalmışken Kırmızı Pazartesi düştü aklıma. “Yağmur” kelimesiydi onu hatırıma getiren. Neden mi?
Kırmızı Pazartesi
Eser 1957’de, Kolombiya’nın küçük bir kasabasında geçiyor. Daha ilk paragraftan Santiago Nasar’ın öldürüleceğini öğreniyorsunuz ama bu sizi kitabı heyecanla okumaktan alıkoymuyor. Çünkü yazar öyle bir gizem bırakıyor ki ortaya, bir an bile heyecanınızı kaybetmiyorsunuz.
Eserde kahramanların iç dünyaları, anlatıcının ağzından röportaj tekniğiyle okuyucuya sunuluyor. Kırmızı Pazartesi için anılar sözlüğüme aldığım “yağmur” kelimesi de bu teknikle ortaya çıkıyor, öyle ki anlatıcının röportajlarından avuçlarınıza irili ufaklı pek çok gizemli damla düşüyor. Görgü tanıkları, cinayet günü havanın nasıl olduğuyla ilgili bir soruya çok farklı cevaplar veriyor. Mesela Albay Lazaro Aponte’nin, “Kesinlikle anımsıyorum; saat hemen hemen beşti ve yağmur yağmaya başlamıştı,” diye tasvir ettiği günü Pablo, “Yağmur yağmıyordu,” diye anlatıyor. Tanıkların cinayet sonrası psikolojik durumları yön veriyor bu tasvirlere. Aponte'nin havayı yağmurlu hatırlaması, cinayetin ağır yükünü hissetmesinden; Pablo'nun ise kız kardeşinin namusunun temizlendiğini düşündüğü için havayı da tıpkı bu temizlik gibi berrak hatırlamasından ileri geliyor. Kahramanların iç dünyalarını hava durumu yorumlarıyla okuyucuya aktaran Marquez, böylece kasabada yaşayanlarla ilgili oldukça derin ipuçları veriyor. Karakterleri bizlere hep başkalarının gözünden tanıtmayı seçen yazar, objektif karar vermemizi istemiştir belki de ne dersiniz?
“Başka insanların gözleri hapishanelerimiz, düşünceleriyse kafeslerimizdir.”
Gabriel Garcia Marquez’in Virginia Woolf’un bu sözünü aklıma düşürdüğü pek çok satırı; içinde yaşadığım coğrafyayı, insanlarımızı, namusa bakış açımızı anlatıyor ve zihnim hemen bana: “Bu, sadece yaşadığın topraklara özgü değil!” diye fısıldıyor.
İtiraf edeyim, Kırmızı Pazartesi isyan etme noktasına getiriyor okuyucuyu. Evet, bu duyguyu sonuna kadar yaşatıyor, “Neden hiç kimse bir şey yapmıyor, neden herkes birbirinden bir şey bekliyor?” diye haykırmak istiyorsunuz. Kararsız bırakıyor, bir şey yapılabilir miydi, diye.
Her toplumda yok mu o Santiago Nasarlar, gözlerimizin önünde ölüme gitmiyorlar mı? Biliyoruz, farkındayız ve hiçbir şey yapmıyoruz. Tek yaptığımız büyük harflerle susmak! Kitaptaki tüm karakterler de Nasar’ın ölüme giden adımlarını sessizce izliyor. Onların bu duyarsızlıklarına, körlüklerine öyle sinirleniyorsunuz ki kitabın içine girmek, Santiago Nasar’ı kenara çekip şöyle bir sarsmak ve tüm bildiklerinizi ona anlatmak istiyorsunuz.
“Bana bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”
Bundan neredeyse kırk sene evvel yazılan ama okuyucusu tarafından çok farklı bakış açılarıyla yorumlanan bu eser; namus, ön yargı ve batıl inanç gibi kavramların sadece bizim topraklarımıza özgü olmadığını yüzümüze vuruyor. Kolombiya kültürüyle ülkemiz arasındaki şaşırtıcı benzerlikler, romanın Türkiye’de geçtiği hissini uyandırıyor. “Kızlar geceleyin saçlarınızı taramayın yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler,” sözü, olayların sıklıkla batıl inançlara bağlanmasının kanıtı niteliğinde.
Toplumumuza hiç de yabancı olmayan namus cinayeti konusu ele alınsa da aslında bizim kültürümüzden farklı olarak namusu kirleneni değil namusu kirleteni hedef alıyor Marquez. Romanda açıkça bahsetmiyor ama olay günü, cinayetten habersiz olan Santiago’nun baştan aşağıya bembeyaz giyindiğini anlatarak dolaylı yoldan masumiyetini hissettiriyor. İmgelemeleri öylesine güçlü ki kısa bir romanda geçen sıradan bir cinayeti, karakter zenginliği ve anlatımıyla merak uyandırır hâle getiriyor.
Eser boyunca asıl vurgulamak istediği; benzer koşullarda bir arada yaşayan insanların, aynı kişilere ya da olaylara farklı açılardan bakabilmesi. Bunu, Santiago Nasar’ı tanımlaması istenen kasabalıların ifadelerinden anlıyoruz. Kasaba sakinlerinden bazıları onu suçlu bazıları da tamamen masum görüyor. İşin ilginç tarafı, bu kesin yargıları olaylardan bihaberken veriyorlar. Ön yargının gücüne sıklıkla atıf yapan yazar, okuyucunun dikkatini özellikle bu zehirli gücün üzerinde yoğunlaştırmak istiyor.
Gabriel Garcia Marquez’in “İpleri elimde tuttuğum en iyi romanım,” dediği Kırmızı Pazartesi, okura hoş görünmek için süslü kelimelerden ya da sihirli giriş cümlelerinden uzak kalınarak ve -edebiyatta belki de en az tercih edilen yöntem olan- röportaj tekniği kullanılarak yazıldığı için ironik nitelik kazanmış bir eser. Okuyucuda, olayları açıklıkla anlatıyor gibi görünüp çoğunun üstünün kapatıldığı hissini uyandırıyor. Gerçi hem kendisinin hem de ailesinin hayatını oldukça etkileyen böyle “gerçek” bir cinayeti anlatabilmek herkesin harcı olmasa gerek, diye de düşündürüyor.
Nihayetinde herkesin derin bir sessizlikle, sakınmayla, hak vererek ya da vermeyerek hatta bana dokunmasın da ne olursa olsun düşüncesiyle görmezden geldiği bir “Kırmızı Pazartesi”si olduğunu “yağmurlu” bir havada resmediyor!
1 Comment