top of page

NOW HABER

Tanıtım

Sevgili Selami Bey'e ve tüm Now Haber ekibine sevgilerimle...

SINIR TANIMAYAN KADINLAR

Söyleşi

Sevgili Canan Hanım'la çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Mesleğe ilk adım attığım yıllardan günümüze doğru, benim penceremden bir yolculuğa çıkmak isterseniz Youtube'tan tamamını izleyebilirsiniz.

ALTIN KALEM ÖDÜLLERİ

Ödüllü Kitaplar

Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın'ın kaleme aldığı, editörlüğünü yaptığım ... Ve Tanrı Beyni Yarattı, 2022 Felsefe Dalında Yılın En İyi Kitabı

Gökçe Demirelli Buran Altın Kalem Ödülü Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın
Gökçe Demirelli Buran Altın Kalem Ödülü Uğur Doğan Kayıp Zamanlar

Geliştirici editörlüğünü yaptığım Uğur Doğan'ın Kayıp Zamanlar kitabı, 2022 Altın Kalem Ödülü aldı.

Geliştirici editörlüğünü yaptığım Necmi Aksu'nun Ben Pamuk çocuk kitabı 2024 Altın Kalem Ödülü aldı.

Gökçe Demirelli Buran Altın Kalem Ödülü Necmi Aksu Ben Pamuk

AYDINLIK Kültür Sanat

Röportaj

Mesleğimi, yayıncılık sektörünü, editörlerin ve yayınevlerinin sıkıntılarını konuştuk.

Editör Gökçe Demirelli Buran röportaj Aydınlık Kültür Sanat

DİL VE YAZIM ATÖLYESİ

Röportaj

DYA'ya ve sevgili Hatice Çalışkan'a sevgilerimle.

Röportajdan minik bir kesit:

Editör Gökçe Demirelli Buran röportaj
Editör Gökçe Demirelli Buran
Editör Gökçe Demirelli Buran
Editör Gökçe Demirelli Buran Dil ve Yazım Atölyesi

Çekmeköy Dergisi
Meliha Hanım'a keyifli sohbeti için teşekkür ederim.

Söyleşi

- Sevgili Gökçe Demirelli Buran, sizi ilk kez bu söyleşide adınızı duyacak, tanıyacak olan okurlar için nasıl tanımlarsınız
kendinizi?

- Öncelikle çok teşekkür ederim nazik davetiniz için Sevgili Meliha Akay. Kıymetli okurlarımızı canıgönülden selamlıyorum. İnsanın kendini anlatması zordur. Ben “Kelime Tamircisi”yim, işine âşık bir editör olduğumu söyleyebilirim. 2004 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun oldum. Çeşitli kurumsal firmalarda uzun yıllar çalışsam da üniversitede okurken bile yayıncılık hayatının mutfağındaydım, kurumsal hayatta da bir an olsun bırakmadım. Öyle bir tutkuydu ki benim için, okulumun Beyazıt’ta olması, sahaflar, kitap kokusu, Türkçeye olan aşkım, üniversitenin kütüphanesi zannediyorum beni öğrenciyken Cağaloğlu’na sürükledi. Pek çok yayınevini dolaştım, öğrenci olarak ne
iş olsa yaparım, dedim. Dizgi, deşifre, son okuma, redaksiyon derken editör oldum, hayalimi gerçekleştirdim ve kurumsal hayata veda ettim. Kendime henüz yazar demesem de çocuk kitaplarım da var. Editörlüğün her alanını seviyorum; kurgu, kurgu dışı ayırt etmem ama çocuklara dair her şey beni ayrı heyecanlandırıyor. Ayrıca “Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım” eğitimleri de veriyorum. Türkçe bir yana dünya bir yana.

- Editörlük ve yazar arasındaki çetrefilli ilişkiyi bütün yazarlar ve editörler bilir. Çetrefilli olmasının nedeni, kişisel beğenilerin farklılığından mı kaynaklanır yoksa edebiyatın kabul görmüş kriterlerini koşulsuz uygulama isteğinden mi? Ayrıca uyumlu çalışan yok mudur?
Editör bir denge unsurudur, köprü görevi görür yazar, tasarımcı, çizer, yayınevi hatta okuyucu arasında. Aslında bu çetrefilli durumu günümüzde bunlarla sınırlayamam, ne yazık ki artık satış kaygıları, yayıncılık maliyetleri, kâğıt fiyatları... Her sektörde olduğu gibi yayıncılık sektöründe de ne yazık ki zor zamanlardan geçiyoruz. Eserleri değerlendirme kriterlerine de yansıyor bu durum. Eskiden sadece eserin niteliği baz alınırken şimdi satış kaygılarıyla beraber değerlendirmeler yapılıyor. Çok değil geçen mayıs ayında kâğıdın tonu bir yılda 5 bin liradan 25 bin liraya çıktı. Ekim ayında 400 sayfalık bir kitaptan 2 bin adet basmanın maliyeti 2022’nin başından bu yana %175 arttı. Oranlara bakar mısınız? Şaşırmıyoruz da artık çünkü her şey böyle. Yazar tarafı da var. Dört yüz elli sayfalık kitap geliyor elime, yazarım hacimli bir eser olmasını istiyor, başladığımda birbirini tekrar eden sayfalarla, akıcılığı bozuk, kopuk metinlerle karşılaşıyorum ki bunu yazara anlatmak bazen yorucu olabiliyor, dört yüz sayfanın yayınevine maliyetini anlatmak daha da zor olabiliyor. Bunları bir kenara bırakırsam bazı yazarlar metinleriyle öyle bir bağ kuruyorlar ki noktalama işaretleri, yazım yanlışları hariç lütfen bir kelime bile değiştirmeyelim diyebiliyor. Dayanamıyorsunuz mantık, bağlam hatalarını açıklıyorsunuz kabul etmiyor. Siz de eserden isminizi çektiriyorsunuz. Her eser imzanız çünkü…. Noktalama işaretlerime dokunma, diyen de olabiliyor.

Gökçe Demirelli Buran röportaj Meliha Akay

Bazen de tam tersi, “Eti senin kemiği benim” diyorlar. Yaptığınız her düzenlemeyi yazarınızın onayına sunuyorsunuz, keyifle fikir alışverişi yapıyorsunuz, ortaya harika bir çalışma çıkıyor. Ben şöyle düşünüyorum: Yazar bir eseri yaratıyor ve bu, gerçekten sancılı bir süreç. Tabii ki pek çoğu değerlendirilsin, bu aşamadan sonra da eserine pek dokunulmasın istiyor ama diğer tarafta ne yazık ki işler böyle yürümüyor. Editör eseri eline aldığında ona bir tamirci gibi yaklaşır. Eserin eksik ve güçlü yönlerini, geliştirilmesi gereken yerlerini, mantık ve kurgu hatalarını, akıcılığı bozan etmenleri ve daha pek çok şeyi tespit ederek yazarıyla paylaşır. Her zaman söylerim, Ayfer Tunç’un sözü, belki siz de duymuşsunuzdur: “En iyi yazarların bile editöre ihtiyacı vardır” der Sayın Tunç ve ne kadar doğrudur. Zannediyorum burada editörün amacının kitabı daha iyi hale getirmek olduğu bazen unutulabiliyor, yapmak istediğiniz müdahaleler bir süre sonra çatışmaya dönebiliyor. Uyumlu çalışan da çok var aslında hem kendimden hem etrafımdan biliyorum. Biraz kimya işi değil midir ikili ilişkiler? Editör ve yazar arasındaki ilişki oldukça yoğun; sürekli iç içeler, paylaşım, fikir alışverişi halindeler. Uyum yakalandı mı her şey çok daha keyifli hale geliyor. Yeri gelmişken “Pelitya” ve “Doğu İstanbul’un Batısı” kitaplarınızda beraber çalışmıştık, tesadüf eseri bir araya geldiğimiz 2020 yılından beri bu güzel eserler vesilesiyle sizin gibi ömürlük bir dost kazanmış oldum. Mesleğim sayesinde nice dostlar kazandım, sanırım işimin en çok bu yönünü seviyorum.

- Bir dönem eli kalem tutan yazarlığa soyunmuştu. Son dönemde ise bu, editörlük mesleğine kaydı. Sizce nereden kaynaklandı bu? Gerçekten bir editör açığı mı vardı, başka nedenlerden ötürü mü?
- Haklı nedenleri var, en başta kitap okumaya olan sevgilerini mesleğe dönüştürme düşüncesi. Kitaplarla haşır neşir olup da bu mesleği yapmayı kim istemez ki diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Editörlük ve yazarlık eğitimleri çok fazla var, neden, çünkü talep var. Mesleğimin artıları çok, kitap okumayı ve dile ilgi duymayı bir kenara bırakıyorum, bunlar benim için en önemli sebepler, bunun dışında evden çalışabilme seçeneğinin olması, yarı zamanlı yapılabilmesi, yayıncılık hayatının cazibesi, yazar olup kendi kitaplarının editörlüğünü yapmak istemeleri gibi pek çok sebep sayabilirim. Aslında editör değil de nitelikli editör açığı var diyebilirim.
Editörlüğü artık sadece kitap, dergi, gazete editörlüğü olarak da göremeyiz. Sosyal medyayla birlikte içerik editörlüğü de hayatımıza girdi. Hem yaratıcı olup hem doğru Türkçeyle yazmak oldukça önemli. Sosyal medya iş ilanlarında sıkça görüyoruz “Türkçeyi doğru kullanan, dile hâkim..." gibi ifadeleri. E-kitaplar, sesli kitaplar… Teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı ama yazın hayatında birilerinin metinleri derleyip toplamasına, okuyucuya en kaliteli halde sunmasına ihtiyaç
var ve bu ihtiyaç hiçbir zaman bitmeyecek. Şimdi biliyorsunuz yapay zekâya öykü, roman bile yazdırabiliyorsunuz. Etik bulmamakla birlikte gelecek bize ne getirecek inanın bilemiyorum. Yapay zekâya yazdırdığınız romanı da bir editöre okutmalısınız.

- Yazan ile yazarlık arasındaki farkı bile bilmeden yazar olunabilir mi?
- Günümüzde bu fark artık yok olmak üzere. Zor zanaat yazmak, üretmek, ben oldum olası yazarların çok özel olduklarını düşünürüm. Henüz söylenmemişi söylemek, özgün olmak ya da çok klişe bir konuyu bile başyapıta çevirebilmek, bunlar çok zor. Son zamanlarda en şaşırdığım, okur olmayanların da yazar olmaya çabalaması. Şimdi biliyorsunuz, yazarlık eğitimlerinden de geçilmiyor, elbette faydalı olup bir yön çizecekler de vardır içlerinde ama sayısı nitelik açısından beni gerçekten endişelendiriyor. Eğitim alınca da biliyorsunuz hemen “ben oldum” deniyor. Teknikler dışında yazar olmanın gerektirdiği genel kültür, bilgi, birikim ve daha nicesi, bunların eğitimle verilemeyeceğini düşünüyorum. Bu durumda eğitimler olmasın, yazarlık eğitimle olamaz demiyorum elbette ama eğitim alınca “Ben yazar oldum” kısmına karşıyım daha çok. Eğitim bir kapı aralar ama o kapıyı ardına kadar açabilmek, hele o kapıdan içeri adım atabilmek beceri ve çok çalışma isteyecektir. Peki; editör ile yayıncı, editör ile grafiker hatta yayın yönetmeni arasındaki ilişkileri konu alırsak, bunun bir yöntemi var mıdır? Çünkü zamanla yarışıldığını biliyorum. Ben bağımsız editörüm, pek çok farklı yayıneviyle çalışıyorum ve böylece çok fazla tecrübem var. Her yayınevinin dinamikleri, işleyişi farklı ama hepsinin ortak bir yönü var: Her şeyin acil olması. En çok etkilenenlerden biri editör. Kitabın mizanpajı yarım günde, kapak tasarımı belki bir iki günde biter ama bir kitabın okunması elbette haftalar sürecektir hem de bu okumanın metni düzeltmek üzerine olduğunu düşünürseniz daha uzun bile olacaktır. Editör köprüdür; yazarla görüşür, onun isteklerini yerine getirmeye, eseri de en iyi halde okuyucuyla buluşturmaya çalışır. Kitabı okuduğu için tasarımcıya nasıl bir kapak hazırlaması gerektiğini anlatabilecek kişi editördür, tabii yazarın da yayıncının da kendi kriterleri çerçevesinde kapakla ilgili istekleri farklı görüşleri de olacaktır. Onları orta noktada buluşturacak, eserin mizanpajı yapılırken kitabın düzeniyle ilgili her türlü soruya cevap verecek yine editördür, yazarın kitap tam baskıya giderken aklına bir fikir gelir, örneğin iki sayfa daha eklemek isterse o sayfaları okuyacak, kitaba ekletecek olan yine editördür, kitabın arka kapak yazısını yazacak da editördür. Kitap basıldı, gözden kaçan kelime yanlışı da editöründür; maç boyunca tüm topları kurtarıp son dakika golü yiyerek takımını yenik duruma düşüren kaleci gibi. Çocuk kitabı hazırlanıyorsa görseller için yazarla çizer arasındaki iletişimi sağlayacak kişi de editördür. Kitabın tanıtımına destek olmak, tanıtım kanalları bulmak, sosyal medyada destek vermek gibi konularla ilgilenecek tabii ki yine editördür. Bununla da bitmedi, yayınevine gelen yazar adaylarının eserlerini okumak ve bütün bu işlerinin arasında onları değerlendirmek de editörün görevidir. Yayınevine eser gönderen yazar adayı, sık sık kendini hatırlatma ihtiyacı da duyar. Biraz önce bahsettiğim gibi kendilerine göre haklı sebeplerle sabırsız ve heyecanlıdırlar. Editörün bir işi de budur. Yöntem olarak, her işte zorluklar var elbette ama işinizi seviyorsanız hepsinin üstesinden geliyorsunuz. Ben başka işe yarar bir yöntem inanın bilmiyorum.

- Günümüz dünyasına bakarsak; para yani sermaye oligarşilerle sıkça el değiştiriyor. Bu da yayın sektörünü elbette etkiliyor. Bu el değiştirmeler bir kaosu da beraberinde getiriyor. Yayıncılıkta bir çöküş mü var; yok ise ilerleme hangi yönde sizce?
- Özgürlük ve demokrasi ortamı sağlandıkça onunla paralel yayın sayısı da çeşitliliği de artar. Bu hep böyle olmuştur. Yayıncılık sektörü bir ülkenin kültürel sermayesidir. Onun çok sesli olması, her alanda olduğu gibi, önemlidir. Sorunuza gelirsem üretim gücünü, yönlendirmesini kimin elinde tuttuğu, ne derece müdahale ettiği, sektör ve iktidar ilişkileri, yasaklar, cezalar, engellemeler... Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken konulardır.. Yayıncılık sektörü de elbette siyasetle sıkı fıkıdır. Siyasal hayatla ilişkisini satış zincirlerinden kitap fuarlarına ve sektörün önemli aktörlerine kadar incelemek gerekir. Atılan doğru/yanlış adımların nasıl sonuçlar doğurduğunu hep birlikte yaşıyoruz. Örneğin kitap zincirlerinin kemikleşmesiyle yerel kitabevleri yok olmaya yüz tutmuş, bu zincirlerin öne çıkardığı (!) kitaplar, çeşitlilik açısından sorunlar teşkil ederek tek tipleşmeye yol açmıştır. Tüm giderleri dolar üzerinden hesaplanan sektörün ekonomik sıkıntıları bir yana, çok farklı sıkıntılar içinde olduğu da ne yazık ki su götürmez bir gerçektir.

- Yine aynı konudan yol alırsak; köklü yayınevlerini bir yana koyarak sormak isterim. Yüzlerce yayınevi var. Telif sorunu, ücretli kitap basımı, korsan kitap basımı ortada. Bu minvalde yeni bir ahlak anlayışına ihtiyaç var, geliştirilmesi gerek diyebilir miyiz?
- Kesinlikle diyebiliriz. Okuyucu seçme hakkını kullansa, seçici olsa, korsan kitap almasa güzel bir adım atmış oluruz. Tabii tek dinamik bu değil denetlemeler, düzenlemeler de gerekli. Okur kitabı beğenirse alıyor, okuyor ama kitap rafa gelene kadar arka planda neler oluyor, nasıl bir emek harcanıyor, elbette bilmiyor. Şu anda ne yazık ki çok büyük bir telif sıkıntısı var. Yayınevleri maliyetlerini minimuma indirmeye çalışıyor. Eskiden sözleşme yapılır yapılmaz daha eser satışa çıkmadan ilk baskının telifini ödemek oldukça yaygındı, şimdi bırakın ödemeyi, telifsiz basmak için pek çok yol deneniyor. Ücretli kitap basımı da bu anlamda son zamanlarda çok tercih ediliyor ve oldukça yaygınlaştı. Aslında ben ücretli kitap basımına farklı bir gözle bakıyorum. Kendi yazarlarıma, eserleri çerçevesinde uygun olacak yayınevlerinin listesini iletiyorum. En son ücretli basımla ilgili bilgi veriyorum, önermiyorum. Bir de yazarlar, hele ilk eserleriyse heyecanlı ve sabırsız oluyorlar, bir an önce fiziki olarak eserlerini ellerine almak, kitapçılarda görmek istiyorlar. İşte ücretli basımda her kitapçıda göremiyorsunuz. Bazen, ben uygun yayınevlerine eserimi gönderip sabırla bekleyeceğim, diyenler de oluyor ama bu süreç öyle yorucu ki yolun yarısına gelmeden -kendine göre haklı sebeplerle- ücretli bastırmaya karar veriyor. Çünkü eserinizi gönderdiğiniz yayınevinden olumlu, olumsuz cevap alana kadar başka bir yayınevine gönderemiyorsunuz. Cevap verme süreci üç ila altı ay arasında değişebiliyor. Yayınevleri olumsuz değerlendirdikleri eserlerde eser sahibine herhangi bir bilgi vermeyeceklerini de belirtiyorlar. Yazar ücretli bastırmaya karar veriyor ve kitap basıldıktan sonra verdiği karardan fazlasıyla pişman oluyor. Neden derseniz, telifli bastırdığınızda yayınevi kitabınıza sahip çıkıyor, her aşamada yanınızda oluyor. Bunlardan en önemlisi kitap basıldıktan sonra desteğe devam etmesi. Ücretli basımda böyle değil. Sizin, yakın çevreniz ve kendi imkânlarınızla tanıtabildiğiniz kişiler hariç kitabınızdan kimsenin haberi olmuyor. Kitabınız basılıyor, yayınevinin işi bitiyor. Son zamanlarda farklı imkânlar sunan yayınevleri varsa onları tenzih ederim ama durum maalesef böyle. Bu bilincin zamanla yerleşeceğini düşünüyorum. 
Dediğim gibi öyle tatlı bir heyecan ve sabırsızlıkla çıkıyorlar ki yola, basım sonrasını düşünmek bile istemiyorlar. Yeter ki o kitap ellerinde olsun. Tabii bu durumun yarattığı tek sıkıntı bu değil. Günümüzde nitelikli olsun olmasın, editör elinden geçsin geçmesin, her eser basılabiliyor. Okuyucunun yazım, mantık hatalarıyla dolu bir eserin yayınevine dikkat etmesi lazım. Korsan kitap almaması lazım. Kısacası okurlar, yayıncılar ve sektördeki herkesin birlikte savaş vermesi gerektiğini düşünüyorum.

- En özel, en değerli soruya geldik: Dilimiz, Türkçemiz! Sizin bu konuda çok çaba harcadığınızı biliyorum. Dilimizi hoyratça kullananlara karşı ne yapılmalı? Nasıl bir önlem alınmalı? Bireysel olarak kendimi de katarak çabalıyoruz diyebilirim ama bu yeterli mi?
- Ben bu konuda gerçekten çok hassasım. Lise yıllarımda Türkiye’nin Einstein’ı rahmetli Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nu tanıdım, kitaplarını okudum. O satırlar bana öyle tohumlar ekti, öyle içime yer etti ki “Dilimiz kimliğimizdir”i özümsedim. Herkes üzerine düşeni yapmalı. Hiçbir şey yapamıyorsa önce kendi öğrenip yakın çevresini düzeltmekle işe başlamalı. Bana göre bir editörün diksiyonu da çok önemli, Türkçeye sadece yazarken dikkat etmemeli, diksiyonu da çok iyi olmalı. Yıllar önce diksiyon eğitimi aldım ve böylece bizim ailede dört kişi birden bu eğitimi almış oldu, neden mi, onları da düzeltiyorum. Bu sıkıntının çözümü için elbette eğitim diyeceğim. Neden güzel konuşma dersleri yok diye düşünüyorum. Yetmişli, seksenli yıllardaki sokak röportajlarını dinleyince içim acıyor, nasıl duru bir Türkçeyle, muhteşem vurgu ve tonlamalarla konuşuyorlar. Neden bu kadar geriye gitmişiz? “Uydurukça” diye bir şey var, yarı Türkçe yarı İngilizce; check edelim, cash mi ödeyeceksin, off gün, share etmek… Bunlar çok komik geliyor. Başka ülkenin vatandaşları yapıyor mu? Sanmıyorum! O kadar az kelimeyle konuşuyoruz ki “aynen” diyerek tüm konuşmayı tamamlayabilir, atıyorum diye diye örnek verebilirsiniz. Bir de beni en çok üzen “konuşuyor olmayalım, arama sağlıyorum” gibi kelimeler. Çağrı merkezinden ne zaman arasalar “Şu firmadan arama sağladım” diyorlar. Hemen düzeltiyorum: “Arama sağlamadınız, aradınız,” diye. Bu da yanlış da neyse! O an arıyorsan aradım diyemezsin, arıyorum dersin. “Kiminle görüştüm?” sorusu var bir de. Bilmem, kiminle görüştün? Şu an değil geçmiş zamandan bahsediyor çünkü başka cevabı olmamalı. “Akşam bize geliyor olursan seviniyor olurum, film izler, konuşma sağlarız.” Bakın bu cümle aslında, “Akşam bize gelirsen sevinirim, film izler, konuşuruz.” Bu kadar sade ve güzel. Neden bunu yapıyoruz, sosyologlar daha iyi bilecektir, üzülme kısmından haddinden fazla payını alanlardanım. “Patika Bülten”imiz var, haber sayfalarında yapılan dil bilgisi ve mantık hatalarından yılmış dört editörün güzel bir Türkçeyle hazırladığı, her pazartesi üyelerimizin maillerine giden bir bülten, sosyal medya hesabımızdaki tüm paylaşımlarımız da doğru Türkçe için defalarca kontrol ediliyor. Duru ve doğru bir Türkçeyle keyifle okusunlar diye elimizden geleni yapıyoruz. Bunun dışında eğitimler veriyorum firmalara ve çevremdekileri itinayla uyarıyorum, yılmadan. Umarım bilinç artar, artmalı.

- İçinden geçtiğimiz şu dönemde en çok ihtiyacımız olan ‘umut’ dersek; nedir sizce umut? Nasıl bir beklentisi var yaşadığımız toplumun?
- Bir öfke nöbeti, tahammülsüzlük hâli var son yıllarda, girdap gibi bizi içine çekmiş, bizler de debelenip duruyoruz. Zannediyorum gülümsemeyi, hoşgörüyü, umut etmeyi özledik. Beni tanıyanlar, bilir, pozitif bir yanım var, bol bol gülümserim. Böyle bakıyorum hayata, bakmaya mecburum da. Kendi içimde, kendime enerji vererek, etrafımdaki güzellikleri görmeye çalışıyorum. Sevdiğim işi yapıyorum, ailem, dostlarım, kitaplarım... diye hayatımdaki pozitif şeylerin etrafında ateş böceğiyim. Kötü şeyler yok mu, var elbette; gelecek kaygısı, çocuklarımın geleceği, ekonomik sıkıntılar, ülkem, dünya... Artık bireysel de bakamıyorum hiçbir şeye, dünyanın öteki ucunda bir şey olsa bizi de etkiliyor. Artık biraz “ben” değil “biz” olarak bakmak, ülkelerin vatandaşları değil de dünya vatandaşı olmak gerektiğini düşünüyorum. Etrafımdaki insanların mutluluğundan beslenen bir insanım. Basit bir örnek vereyim, trafikte başka bir araca ya da yayaya yol verdiğimde, onların yüzüne bakar, gülümsemeleriyle mutlu olurum. Bu zamanda ne yazık ki bu bile incelik hâline geldi. Küçük şeylerdeki mutluluğu, incelikleri kaybediyoruz. Oysa birini gülümsetince siz de payınızı alıyorsunuz, çift kişilik bir mutluluğa dönüşüyor. Umut en çok buralarda yani birbirimizde gizli, her birimizin avucunun içinde aslında...Paylaşsak...Paylaşılsa...Ben böyle düşünüyorum.

Bookinton

Söyleşi

Sevgili yazarım Nihan Güleç'le Bookinton için yaptığımız söyleşi.

Geliştirici editörlüğünü yaptığım beş kitaptan oluşan Nila serisini ve SMA hastalığıyla ilgili tüm gerçekleri konuştuk.

Editör Gökçe Demirelli Buran Nihan Güleç röportaj Nila kitabı

Gökçe Demirelli Buran, tüm geliri SMA hastalığının araştırılmasına bağışlanan Nila Hayatın İçindeki Güzellikler kitabının yazarı ile röportaj yaptı. Nila, süper özellikleri olmayan ama hayatın içindeki güzellikleri görebilen bir süper kahramanın doğuş hikâyesi.

Kızının yolculuğundan esinlenen A. Nihan Güleç'le yazarlık serüvenini, SMA'nın nasıl ve ne zaman hayatına girdiğini, ülkemizde nasıl büyük bir farkındalık yarattığını ve kitabın tüm gelirlerini SMA hastalığının bilimsel çalışmalarına bağışlamasını konuştuk.

Kitap İnceleme Yazım
Bookinton'a sevgilerimle.

Kırmızı Pazartesi – Gabriel García Márquez

Yayınevi: Can Yayınları

Yazan: Gökçe Demirelli Buran

Bookinton

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Gabríel García Márquez’in, gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı romanı Kırmızı Pazartesi, seçimlerimizin hatta seçme eyleminin kendisinin bile bize ait olmadığını savunan “fatalizm”i, yani kaderciliği işliyor. Eserde yer alan “Namus aşktır” ve “Aşk da öğrenilir, kızım!” sözleriyle de Virginia Woolf’a âdeta selam gönderiyor.
 

Sizi bilmem ama okuduğum kitaplardaki bazı kelimelerin anısı var bende. Hatta bazıları eserle öyle bütünleşmiş oluyor ki anılar sözlüğüme bazen birkaç bazen de sayfalar dolusu kelime ekleniyor. Mart ayının ortalarına geldiğimiz bugünlerde yağmura hasret kalmışken Kırmızı Pazartesi düştü aklıma. “Yağmur” kelimesiydi onu hatırıma getiren. Neden mi?

 

Kırmızı Pazartesi

Eser 1957’de, Kolombiya’nın küçük bir kasabasında geçiyor. Daha ilk paragraftan Santiago Nasar’ın öldürüleceğini öğreniyorsunuz ama bu sizi kitabı heyecanla okumaktan alıkoymuyor. Çünkü yazar öyle bir gizem bırakıyor ki ortaya, bir an bile heyecanınızı kaybetmiyorsunuz.

Eserde kahramanların iç dünyaları, anlatıcının ağzından röportaj tekniğiyle okuyucuya sunuluyor. Kırmızı Pazartesi için anılar sözlüğüme aldığım “yağmur” kelimesi de bu teknikle ortaya çıkıyor, öyle ki anlatıcının röportajlarından avuçlarınıza irili ufaklı pek çok gizemli damla düşüyor. Görgü tanıkları, cinayet günü havanın nasıl olduğuyla ilgili bir soruya çok farklı cevaplar veriyor. Mesela Albay Lazaro Aponte’nin, “Kesinlikle anımsıyorum; saat hemen hemen beşti ve yağmur yağmaya başlamıştı,” diye tasvir ettiği günü Pablo, “Yağmur yağmıyordu,” diye anlatıyor. Tanıkların cinayet sonrası psikolojik durumları yön veriyor bu tasvirlere. Aponte'nin havayı yağmurlu hatırlaması, cinayetin ağır yükünü hissetmesinden; Pablo'nun ise kız kardeşinin namusunun temizlendiğini düşündüğü için havayı da tıpkı 

Gökçe Demirelli Buran tanıtım yazısı Gabriel Garcia Marquez Kırmızı Pazartesi

bu temizlik gibi berrak hatırlamasından ileri geliyor. Kahramanların iç dünyalarını hava durumu yorumlarıyla okuyucuya aktaran Marquez, böylece kasabada yaşayanlarla ilgili oldukça derin ipuçları veriyor. Karakterleri bizlere hep başkalarının gözünden tanıtmayı seçen yazar, objektif karar vermemizi istemiştir belki de ne dersiniz?

 

“Başka insanların gözleri hapishanelerimiz, düşünceleriyse kafeslerimizdir.”

Márquez’in Virginia Woolf’un bu sözünü aklıma düşürdüğü pek çok satırı; içinde yaşadığım coğrafyayı, insanlarımızı, namusa bakış açımızı anlatıyor ve zihnim hemen bana: “Bu, sadece yaşadığın topraklara özgü değil!” diye fısıldıyor.

İtiraf edeyim, Kırmızı Pazartesi isyan etme noktasına getiriyor okuyucuyu. Evet, bu duyguyu sonuna kadar yaşatıyor, “Neden hiç kimse bir şey yapmıyor, neden herkes birbirinden bir şey bekliyor?” diye haykırmak istiyorsunuz. Kararsız bırakıyor, bir şey yapılabilir miydi, diye.

Her toplumda yok mu o Santiago Nasarlar, gözlerimizin önünde ölüme gitmiyorlar mı? Biliyoruz, farkındayız ve hiçbir şey yapmıyoruz. Tek yaptığımız büyük harflerle susmak! Kitaptaki tüm karakterler de Nasar’ın ölüme giden adımlarını sessizce izliyor. Onların bu duyarsızlıklarına, körlüklerine öyle sinirleniyorsunuz ki kitabın içine girmek, Santiago Nasar’ı kenara çekip şöyle bir sarsmak ve tüm bildiklerinizi ona anlatmak istiyorsunuz.

 

“Bana bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”

Bundan neredeyse kırk sene evvel yazılan ama okuyucusu tarafından çok farklı bakış açılarıyla yorumlanan bu eser; namus, ön yargı ve batıl inanç gibi kavramların sadece bizim topraklarımıza özgü olmadığını yüzümüze vuruyor. Kolombiya kültürüyle ülkemiz arasındaki şaşırtıcı benzerlikler, romanın Türkiye’de geçtiği hissini uyandırıyor. “Kızlar geceleyin saçlarınızı taramayın yoksa denize açılanlar geri dönmekte gecikirler,” sözü, olayların sıklıkla batıl inançlara bağlanmasının kanıtı niteliğinde.

Toplumumuza hiç de yabancı olmayan namus cinayeti konusu ele alınsa da aslında bizim kültürümüzden farklı olarak namusu kirleneni değil namusu kirleteni hedef alıyor Márquez. Romanda açıkça bahsetmiyor ama olay günü, cinayetten habersiz olan Santiago’nun baştan aşağıya bembeyaz giyindiğini anlatarak dolaylı yoldan masumiyetini hissettiriyor. İmgelemeleri öylesine güçlü ki kısa bir romanda geçen sıradan bir cinayeti, karakter zenginliği ve anlatımıyla merak uyandırır hâle getiriyor.

Eser boyunca asıl vurgulamak istediği; benzer koşullarda bir arada yaşayan insanların, aynı kişilere ya da olaylara farklı açılardan bakabilmesi. Bunu, Santiago Nasar’ı tanımlaması istenen kasabalıların ifadelerinden anlıyoruz. Kasaba sakinlerinden bazıları onu suçlu bazıları da tamamen masum görüyor. İşin ilginç tarafı, bu kesin yargıları olaylardan bihaberken veriyorlar. Ön yargının gücüne sıklıkla atıf yapan yazar, okuyucunun dikkatini özellikle bu zehirli gücün üzerinde yoğunlaştırmak istiyor.

Márquez’in “İpleri elimde tuttuğum en iyi romanım,” dediği Kırmızı Pazartesi, okura hoş görünmek için süslü kelimelerden ya da sihirli giriş cümlelerinden uzak kalınarak ve -edebiyatta belki de en az tercih edilen yöntem olan- röportaj tekniği kullanılarak yazıldığı için ironik nitelik kazanmış bir eser. Okuyucuda, olayları açıklıkla anlatıyor gibi görünüp çoğunun üstünün kapatıldığı hissini uyandırıyor. Gerçi hem kendisinin hem de ailesinin hayatını oldukça etkileyen böyle “gerçek” bir cinayeti anlatabilmek herkesin harcı olmasa gerek, diye de düşündürüyor.

Nihayetinde herkesin derin bir sessizlikle, sakınmayla, hak vererek ya da vermeyerek hatta bana dokunmasın da ne olursa olsun düşüncesiyle görmezden geldiği bir “Kırmızı Pazartesi”si olduğunu “yağmurlu” bir havada resmediyor!

GÜZEL "AN"LAR

bottom of page